
Bilerek Yaşamak
Burhan Karagöz
“Yahu Çağlar usta, ben gene geldim. Yağı var, suyu var; ancak az bir yokuş çıkmakla hararet zirve yapıyor. 3-5 dakika duruyorum, istop etmeden dinlendiriyorum. Gene kendiliğinden düzeliyor. Anlam veremedim. Anlam veremediğim için de moralimi bozuyor. Tavsiye üzerine tam hararet muşurunu değiştirecekken, oğlumun; İstanbul’dan sorduğu arkadaşı bir ustanın bu marka ve modellerde yalancı hararetin olduğunu, sıfır ve orijinal muşur da takılsa gene aynı arızanın zuhur edeceğini söylediğini bana aktarması üzerine, soluğu sende aldım. Bak hele şuna bir!”
Tam teşekküllü teste bağladı arabayı. Altı tip arıza ortaya çıkardı bilgisayar.
“Ben bilmem hoca, bilgisayar biliyor, bak!” diye de ekleyerek.
Testler bitti, tamirat bitti, ücretini ödedim; trafikteyim.
Birkaç gün sonra farklı bir arıza, ver elini aynı usta.
Aç telefonu, aracın derdini anlat, tavsiye al, uygula; olmadı yıldırım hızıyla git gene yanına.
Son gidişimde karbon klir testinin ortalarına doğru, test süresi dola görsün; bir yandan çaylarımızı yudumlarken; etti edemedi, belki de benden bıktığının göstergesi olarak:
“Hasan bey, senin arabanın göstergesi kaçlık?”
“En son 7 bine kadar gidiyor.”
“Videsi hangi gösterge aralığında değiştiriyorsun?”
“Genelde 2 bin 500-3 bin arasında.”
“Olmaz hocam. Asla olmaz. Demek ki sen motorun üçte ikisini kullanmıyorsun. 7 bin devir göstergeli arabada, bir üst vitese geçiş için en az 4 bini görmelisin. Bu olmasa bile, ibre, en az 3 bin 500’e vurmalı. Mesela benim bir aracım vardı 8 bin göstergelik, 5 bini görmeden asla bir üst vitese geçirmezdim.”
“Abi, araç o zaman bağırıyor!”
“Bağırsın hocam. Motoru kucağına almaktan çok daha iyidir bağırması, fazla yakıt yakması. Çünkü bu motorlara bu kadar yüksek devir göstergelerini koymaları demek, ‘Sen bunun bir kere yarıdan fazlasını kullanman gerekiyor.’ Anlayışını sana sundukları içindir. Aracın bağırmasından kesinlikle korkmayacaksın.”
Yıllardır yanlış yaptığımın sebep yutkunması ile teste bağladığı ekrandan, şimdilik, Zeki Müren’in orijinal taş plaktan seslendirdiği ‘Gücüme gidiyor böyle yaşamak!!!’ parçasını duymam çakışmış, afallamıştım. Parçanın tamamını da dinlemiş gibi görünsem de odak noktam, nakarat kısmıydı:
“Gücüme gidiyor böyle yaşamak!!!”
Hasan bey sözünü Zeki Müren’le bitirmiş, mikrofonu Veysel beye uzatmıştı:
“Arkadaşlar; Ben onu bunu bilmem. Bilerek yaşamanın zorluğu ve acısı bilmeyerek yaşamanın çilesinden daha hafif olsa gerek. Hem de ilkinin sonucu çok daha uzun süreli nefese nefes, yaşama yaşam katıcı; doğal katkılı temel gıdaya temel gıda katkılı aparatife benzer. İnsan bilerek yaşamaya alışa görsün bir, şans kaza bilmeyerek yaşadığının devliği bile devede kulak kalıverir. Bir de yaşayarak bilmek vardır ki yeme de yanında yat. Ancak şöyle bir kusuru vardır: Tecrübe yeniye merhem oluncaya kadar, yara kangren olup, uzuv, ana gövdeye elveda çekebilir; Allah (CC) muhafaza!!!
Makamına güç katanlar, söz almak isteyen Günaydın beye, gücünü makamından aldığı, bunu da alışkanlık haline getirdiği gerekçesiyle söz hakkı tanımadılar bile.
Toplantı bazen dolu dolu, seyrinde, bazen de böyle gergin geçiyordu.
Toplantı başlayalıdan bu yana suskunluğunu hiç bozmayan, el dahi kaldırmayan çiftçi Mutullah dayıyı dinlemek istiyordu oturum başkanı. Çünkü biliyordu ki, boş birisi değildi kendisi.
Kırmadı, mütevazi bir şekilde, her kelimesinin arasına reklam girmese de tane tane anlatmaya başladı:
“Gönül, fikir, kalp, beyin ve ruh dünyaların, tarlaların boş kalmasın. Boş kalırsa başkaları sahipsiz sanır, sahipsiz demektir de zaten. Boş bırakma oraları asla. Hatta onlara öyle bir ekim, öyle bir dikim yap ki başkaları da heveslensin kendi gönül, beyin, fikir, kalp ve ruh tarlalarını o şekilde işlesin; özensin sana, tarlana. Yani Allah (CC) için o tarlalarını eğit, o tarlalarından taze ürünler çıkarmaya bak. Bir mezarlık bile öyle bir güllük gülistanlık hale getirilmiş ki Gökçeada da, şehir mezarlığı; bakıyorsunuz çok harika, güllerin, gülistanlıkların içerisinde. İnsanın hakikaten hoşuna gidiyor, mest oluyor insan.”
Sözünü kesmediler, devam etti:
“Gönül, fikir, kalp, beyin ve ruh tarlalarına öyle bir ekim dikim yap ki, bu tarlalarına öyle bir bakım yap ki; özel yetiştirdiğin, özel diktiğin meyve, sebze ve bitkiler, kendiliğinden yetişen yabani ve zararlı otlarla mücadelede boğulmasın, yok olup gitmesin.”
Mutullah dayı bayağı açılmıştı. Şimdiye kadarki konuşmasında 5-10 saniye de olsa bir arkadaşı üzerine konuşmayan kalbi işlenmiş, mutmain olmuş bu ihtiyar delikanlı, gözlerini, bu sefer, isim vermese de, gücünü makamından alanların gizli temsilcisi gördüğü Günaydın beye dönerek anlatmaya devam etti:
“Aynı beyin, gönül, ruh ve fikir tarlası sende de var; ama nadasta mı desem, boş mu desem, kiralık mı, satılmış mı desem, bunlardan birini tercihte zorlanıyorum; yabani güller basmış, yabaniler, dikenler, çalılar basmış da adım atılmıyor… Bakımsız tarla zenginliğinde beyin, gönül, ruh ve fikir fakiri düşmüşsün de haberin yok…!”
Üslup gittikçe serteliyor, azarlar gibi çıkıyordu adeta, ağzından.
Muhatap, ağzını açıp dilini çevirmedi, karşılık vermedi, çünkü suçluydu, suçlu olduğunu o da biliyordu.
“Özetleyecek olursak değerli kardeşlerim, her şeyi illa ki bilemezsiniz, ancak bilmeniz gereken her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilip yerinde ve zamanında uygulamasını da beceremedikten sonra, senin bilmen de işe yaramayacaktır.
Gönül, beyin, kalp ve ruh tarlalarını kiraya verdiysen amenna. Resmen satılmışsın demektir ve cezan da hemen kesilmelidir. Yok, eğer bu dört tarlanı hem kendin, hem de yedi ceddin için, Kıyamet gününe kadarki zürriyetiniz için koruyup kollamasını becerebiliyorsanız; bu tarlalarda, başkalarının zorla ekim dikim yapabileceğini de, bu tarlalarda gizlice ekim dikim ve nadas yapabilmek için senin büyüklerini dahi satın alabileceklerini de asla unutmamalısın… Ona göre hareket etmelisin, maddi ve manevi, psikolojik ve sosyal tüm tarlalarını korumanın yollarını da bilmeli, harekete geçmelisin…”
Şimdiye dek kimse için alkış tutmayan eller, bu bilgece üslup için birbirine vurdu, dakikalarca, sertçe…
Toplantı, renkli, hikmet kokan konuşmalarla devam etti:
Kötülük düzeltilmezse senin torunların dahil dünyanın bundan sonraki nüfusu, dedelerinin, atalarının yapmış oldukları yanlış hal ve hareketleri, uçurumtrak gidişatı, kötülükleri doğru sanıp o minvalde devam ederler ve dünyanın çivisi çıkar.
Peygamber Efendimiz (SAV) der ki: “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki bu imanın en zayıf derecesidir.”
Burada, çıkan çivinin, sırasıyla el, dil ve kalp gücünü kullanarak çakılması söz konusu. Güzel, hoş. Ancak çivi çürüdüyse, tahta fazla darbeye dayanamayıp ya yalama olduysa veya o da çürüdüyse, çiviyi ve tahtayı yenilemekten başka çare yoktur, veya sineye çekip kuzu kuzu oturup kaderimizi başkalarının çizmesini beklemekten… Tercih, tamamen atanmış ve seçilmişlerce başa getirilen çekiç tutuculardadır.
Burak’ın hikayesi gündeme geldi bir ara:
Burak, bir yandan annesinden emdiği sütle yetinmek zorunda kalıyor, diğer yandan, babasının besleyip ve beslettirip büyüttüğü köpekler tarafından ısırılmasının acısıyla kıvranıyordu. Doktorlar ameliyattan ameliyata soktular zavallıyı. Babası da yavrusunun yanında, refakatçiydi. Hem çocuğunun içler acısı halini görüyor, ağlıyor, sızlıyor, dertleniyor; hem de hala aynı yalakalar için kasaplardan et-kemik karışımı nevale dileniyordu.
“İşte bunu düşündükçe havsalam almıyor ve içimden, başımı mengenede hizaya sokmak geçiyor. Veya çuval çuval fikir ve duygu tanelerimi gür sulu değirmene boşaltmak…” deyip sabrın meyvesini bildiğinden, şimdilik, işleri kendi seyrine bırakıyordu annesi. Büyük çocukları da kendisini desteklediler. Hep, bekledikleri bir zaman dilimi vardı sanki, bekledikleri son bir kişi olduğu gibi.
Büyümüş, adam sırasına katılmıştı Burak. Gün gelecek, görevini zamanla aynı anda yürütebilmenin zevkini yaşayacaktı. Bir ucundan zamanın, diğer ucundan nefsinin tuttuğu ipe de kafayı takıyordu. İp ki; doğuyla batıya yaslanmışların çevirdiği, büluğa erer ermez tüm düşünce sahiplerinin önce kevgirden, ardından da süzgeçten elenip de en diplerde yerini almak, her babayiğidin harcı olmasa gerekti… Bu oyuna her türlü görevi yüklüyorlardı ip atlama oyununa. En son da mülakatta eleme aparatı görevi vermişlerdi hatta. Senin gibi düşünenlerde normal salla, alternatiflerde gerdir!!! Olacak şey miydi??? Bekliyordu, zamanı vardı her şeyin.
“Toparlayalım artık!” dedi moderatör. Abdest tazeledi, besmele çekti. Göklerde ve yerde Allah’ın birliğini gösteren delillerden, mü’minlerin cennete, kâfirlerin cehenneme sevk edileceklerinin konu edildiği, kulların ölüm gelip çatmadan Allah’a yönelmeye çağrıldığı 9 sayfalık Zümer Suresi’nden ayetler okudu, 9. Âyete odaklandı:
“De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”
Bilerek yaşamak gerekiyordu.
Bilerek yaşamak… Mesela altınından bakırına binlerce çeşit maden, doğalgaz, milyonlarca senedir yer altında saklı vaziyette değil miydi? Amma ve lakin o doğalgazın oradan çıkartılıp mutfağımıza kadar taşınması, üzerinde yemek pişirildiği ateş haline gelmesi, banyo yapılan suyun ısıtılmasında kullanılması, her türlü madenin işlenip insanoğlunun istifadesine sunulması, rüzgar ve güneş enerjilerinin depolanması, aklımız ölçüsünde kullanıma hazır hale getirilmesi…
Gene milyonlarca yıl harıl harıl, gürül gürül deli danalar gibi akan başı boş ırmakların önlerinin kesilip baraj haline getirilmesi ve koca koca şehirlerin içme suyunda, yüz birlerce hektarlık alanları sulanmasında kullanılır hale sokulması, bu ayetin tecellisi değil midir???
Peki İsrail, Çin başta olmak üzere bu dünyanın her tarafındaki ehl-i zulümü bilginin ve bilimin neresine sokacağız??? O da gayet basit:
Dua ve niyet ilimlerini yapay zeka ile birleştirerek bir an önce geliştirip, zirveleştirip yüce Yaratıcımızın inayetiyle, art niyetlilere karşı kullanacağız.”
Genel mesleğinin hakem, alt branşının ise Doğal Labirentte Körebe Hakemi olduğunu tekrar hatırlatan program yapımcısı, bir sonraki fetihlerde buluşmak dileğiyle programı kapattı.
Hedefinde, dünya şampiyonası finalinde görev yapmak vardı.