
İnsanın kendisiyle mücadelesi veya kibir
Halime Özdemir
İnsan; Türk Dil Kurumu sözlüğünde “Huy ve ahlak yönünden üstün nitelikli (kimse)” olarak tanımlanmaktadır. Buna ilaveten “Toplum hâlinde bir kültür çevresinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bütün olarak kavrayabilen, bulguları sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirebilen canlı.” olarak da tarif edilir. O zaman bu tanımlardan anlaşılıyor ki, insan denilen varlığın üstün niteliklere sahip, akletmesini, konuşmasını veya susmasını bilen bir varlık olarak var olması gerekir.
İnsanın dünyadaki yegane mücadelesi hiç şüphesiz öncelikle kendisiyledir. Bu kendisiyle mücadelesinde yukarıdaki tanımda yer alan yeteneklerinden yoksun oluşu ve hayatını o şekilde idame ettirişi de ayrıca dikkate değer bir mevzu olarak karşımıza çıkmaktadır. Mesela insanın nasıl bir varlık oluşu Kur’an-ı Kerim’de yüce Allah şöyle buyurur: “İnsana bir sıkıntı dokundu mu, gerek yan üstü yatarken, gerek otururken, gerekse ayakta iken (her hâlinde bu sıkıntıdan kurtulmak için) bize dua eder. Ama biz onun bu sıkıntısını ondan kaldırdık mı, sanki kendisine dokunan bir sıkıntı için bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider. İşte o haddi aşanlara, yapmakta oldukları şeyler, böylece süslenmiş (hoş gösterilmiş)tir.”
İşte tam da mesele bu ayette saklı: İnsanın sıkıntılı, dertli, kederli, aciz olduğu dönemi unutup “kendim başardım” duygusuna sahip olarak haddini hududunu bilmez bir duruma gelmesi gerçeği. Bu durum, Allah’ı unutup kişinin haddini bilmemesi ve hatta yaptıklarının yanlışlığına rağmen onların doğruluğu üzerine kendini haklı görerek yaptığı her şeyi güzel (!) görmesiyle alakalıdır.
İnsanın acizliğini unutması an meselesidir. Onda mevcut olan o “kibir” duygusu daha düne kadar ne kadar da aciz olduğunu unutması ve kendini adeta Kaf Dağı’nda görmesiyle neticelenmesine yol açar. Her açıdan kibir (gurur), kişinin insanî vasfını yitirip şeytanının vasfına bürünmesiyle alakalı olarak zuhur etmektedir. Çünkü şeytanın Rabbine karşı isyanı, kendini büyük görmesiyle başlamış ve ilerlemişti. O zaman kibir nasıl yansır diye sorduğumda şu cevaplar geliyor aklıma. Bunun cevabı çok açık normalde: insanın davranışları, sözleri, fiilleridir onun kibrini yansıtan. Mesela oturması, konuşması, yemesi-içmesi, yememesi-içmemesi, insanlara gösterdiği saygı(sızlık), hatta kullandığı alet edavıtı insanların gözüne kadar sokması gibi örnekler sonsuz sayıdadır. Oyca bu konuda Yüce Allah (cc), insana ne emrediyordu: “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşabilirsin.” Bu ayet-i kerime insanın güçsüzlüğünü, acizliğini, çaresizliğini ve mahrumiyetini gün yüzüne çıkarmaktadır. Keşke insan anlayabilse...
İnsan kibre kapıldığında insanlık sınırını aştığını anlayabilse... Zira Allah insandan haddini aşmamasını ve insan olduğunu bu sebeple her neye sahip olursa olsun hiç kimseden farkı olmadığını bilmesini istiyor ve ona emrediyor. Ama maalesef ki insan bunu unutmaktadır. Ve her şeyin aşırısının yasak olduğu dinimiz, kibir gibi bir aşırılığı da yasaklamıştır. İnsanoğlunun şu ayet-i kerimeyi her ne şartta ve durumda olursa olsun asla unutmaması gerekir: “… Çünkü Allah, kendini beğenen ve çokça övünüp duran kimseleri kesinlikle sevmez.” O zaman insan için bu bilgi önemli mi diye sormak gerekiyor? Eğer önemliyse neden pek çok kişi kibir deryasında yüzüyor? Ve bitmeyen cevapsız veya söylenmek istenmeyen sorular… Günümüz insanın en belirgin özelliği, görsellik ve göstermek yani görünür olmak. Ama nasıl bir görünürlük? Kendisinin üst düzey ve kibirli halinin göstergesi olan görünürlük. Özellikle sosyal medyanın makbul bir alana dönüşmesiyle kibir de bu dönemde zirve yapmıştır.
Kibirdeki en önemli nokta; kişinin kendisini üst düzeyde karşısındaki insanı ise kendisinden aşağıda görmesiyle meydana gelir. Yoksa bir kimsenin kendi dünyasında imkanı ölçüsünde yaşaması tabi ki dinen mahsurlu bir durum değildir. Gelin Hz. Peygamber’in ashabıyla olan şu sohbetine hep beraber kulak verelim. Bir gün Allah Resulü (sav); “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurdu. Bunu duyan bir adam, “Ama insan elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır!” deyince, Allah Resûlü, “Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise hakikati inkâr etmek ve insanları küçük görmektir.” Bu hadisten şunu öğreniyoruz ki, kibir, insanın kalbinde olanın dışa vurumudur. O zaman kibrin makamı ve mekanı; tamamen kalptir.
Kibir sorusunu tekrar soruyorum kendime. Bunun cevabını düşünürken şu hadis-i şerif karşıma çıkıyor: “Kibir, hakikati inkâr etmek ve insanları küçük görmektir.” O zaman gerçekleri söylememek ve işin içerisine yalan katmak da kibirle bağlantılı bir mevzu. Olanı olduğu gibi yansıtmamak da kibrin tanımı içerisine girmektedir. Hakikatin dışına çıkmak da kibirdir. Ve yine aynı şey karşıma çıkıyor: İnsanın insanla imtihanı ve insanın kendisini büyük, muhatabını küçük görmesi mevzuu. Özellikle farklı ortamlarda özellikle de kadınlar arasında var olan her şeyi beğenmemek, ikram edileni yememek, aldığını, giydiğini, kullandığını vb. şeylerin markalarıyla ifade edilmesi de kibrin en temel özel alanları arasındadır. İlaveten insanların eviyle-köyüyle, konuşmasıyla, kıyafetiyle, yaşadığı şehri hatta yaşadığı semtle gibi pek çok konu da bu alanın içerisinde yer almaktadır.
Adem’den bu tarafa insan, günahkar bir varlıktır. Günahlar da sınıf sınıftır ama bizim konumuz olan kibir de acaba günah olarak amel defterine kaydedilir mi diye düşündüğümde karşıma şu hadis-i şerif çıkıyor: “... Müslüman kardeşini küçük görmesi, kişiye kötülük olarak yeter...” O zaman kibirli insanın başka hiçbir günah aramasına gerek kalmadığını görmekteyiz. Çünkü Allah’ın yeryüzündeki halifesini beğenmemesi onun en büyük günahını meydana getirmektedir. Acaba kendisi bunun farkında mıdır? Bilmiyorum...
O zaman dünya yaşantısında insandan nasıl davranılması istenmektedir? Bu soruyu eğitim yaşına gelen her çocuğa öğretmek her anne-babanın ödevidir. Çünkü o kişi, büyüdüğünde dolaylı olarak her bir davranışından dolayı anne-babasına ya dua ya da beddua ettirecektir. Neyse… sorumuza geri döndüğümüzde cevabını şu hadiste buluyorum: “Allah bana, mütevazı olup birbirinize karşı övünmemenizi ve birbirinize karşı haddi aşan davranışlarda bulunmamanızı vahyetti.” Başka söze gerek var mı?