
Mecnun ve Devesi
Kadriye Doğan
Mesnevi'de Mevlana hazretleri bir sahneyi gözlerimizin önüne seriyor. Mecnun çölde devesine binmiş Leylasına kavuşmak için yolculuk yapmakta. Gel gör ki Mecnun'un bindiği devenin geride bıraktığı bir yavrusu var. O da yavrusundan uzaklaştıkça içi yanıyor ve bir an önce yavrusuna kavuşmak istiyor. Mecnun aşkla ilerlerken yorulup biraz uyuyakalsa veya dalgınlaşsa deve hemen geri dönüp hızla yavrusuna doğru koşuyor. Böyle böyle bir ileri bir geri günlerce çölde hiç yol alamadan dönüp dolaşıyorlar. Bu sahne de Mecnun bizleriz, Leyla'mızsa Allah aşkı. Deve ise bu dünyada bizi taşıyan bedenlerimiz, yavrusu da nefsimize hoş gelen dünyalık arzular. İşte biz bir Allah rızası yolunda ilerliyor, bir dünyevi arzular yolunda geriliyor, şu dünya hayatında bocalayıp duruyoruz. Ondan bu huzursuzluğumuz. Ondan bu yerinde sayıyor gibi, arada kalmış gibi, yolunu kaybetmiş gibi hissetmemiz hep. Çölün sıcağında deve bizi geriye götürmesin diye her daim uyanık olmaya çalışmak ne kadar zor. Ya az bir dalgınlaşsak tersin geriye gitmek, kat ettiğimiz bütün yolları kaybetmek ne kadar zor. İşte yalan dünya hali budur. Peki Mecnun ne yapıyor Mecnun atıyor kendini devenin sırtından, taşın üstüne yere düşünce kırılıyor ayağı, sarıyor ayağını, ben sevdiğimin yoluna yuvarlanarak da olsa gitmeye razıyım diyor. Yeter ki o sevdiğimin çevganında bir top olayım. Çevgan, cirit, polo oyunu gibi at üstündeki oyuncunun elindeki sopa ile topa vurduğu bir oyun efendim. Mutluluk çevgan oyununda süvarinin vurduğu tarafa uçan toptaki teslimiyet gibi Allah'ın kaderine razı olmakta belki de.