Kendi Kusurumuzu Görebiliyor Muyuz?
Serap Oruç
Şöyle bir rivayet anlatılır Ferîdüddîn Attâr’dan:
“Otuz yıldır bir ‘Elhamdülillah’ dediğim için istiğfar ediyorum.”
Soruyorlar:
“Bu nasıl olur?”
Şöyle yanıtlıyor:
“Bağdat çarşısı yanmıştı. Her yer kül olmuştu. Ama benim dükkanım sapasağlam kalmıştı. Bu haberi bana getirdiklerinde, dilimden ‘Elhamdülillah’ döküldü. Sonra kendi kendime dedim ki: Kardeşlerim zarar görmüşken, ben yalnızca kendi malım kurtulduğu için sevinmiş oldum. İşte o sevinçte gizli olan bencillik ve gaflet için, otuz yıldır utanıyor, istiğfar ediyorum.”
Bu satırları ilk okuduğumda içim burkuldu.
Çünkü bu rivayet, derin bir vicdan muhasebesi barındırıyor. İnsana yalnızca dilinin kemiği olmadığını değil, kalbindeki merhametin eksikliğini de fark ettiriyor.
Çünkü biz bu çağda, kendimize yetecek kadar sağlam durmayı büyük bir meziyet sanıyoruz. Yangın başkasının ormanını, bağını, evini sardığında “şükretmeyi” bir tür korunmuşluk sanıp o yanılgıyla şükür ediyoruz. Oysa Attâr’ın hikayesinden almamız gereken ders şu: Sadece senin canın yanmadı diye sevinmek, en muazzam vicdansızlık tanımı olabilir.
Bugünlerde güzel ülkemizin dört bir köşesinde yangınlar var. Ağaçlar yanıyor, evler kül oluyor, nice fedakar insanlar vefat ediyor. Hayvanlar acı içerisinde can veriyor... Her şey, birer birer yanarken biz, televizyon başında izliyoruz. Sosyal medya paylaşımlarıyla belki birkaç saniye üzülüyoruz. İçimizden dışarı dilimizle kolay dökülen bir rahatlama ile “Çok şükür bizim buralarda bir şey yok” cümlesini kuruyoruz.
Peki, sormaya cesaret edebilir miyiz kendimize "Bu ‘şükür’ başkasının acısından arınmış olmanın rehavetinden olabilir mi?" diye.
Zirâ bir başkasının acısına bakarken içimizde hissettiğimiz rahatlama, farkında olmadan büyüttüğümüz merhametten uzaklaşma değil mi? Yangının ortasında kalan can sahiplerine rağmen dışarıda kalanın belki kendinin bile fark etmediği merhametsizce bir şükür...
Kendimiz kurtulduk diye ettiğimiz sevinç dolu şükür, aslında başkalarının acısına yabancılaştığımızın sessiz itirafı. Nefsimizi sorgulamayışımızın vicdanımızın eksik yönlerini tespit etmeyişimizin, körleşip, sağırlaştığımızın tanımı.
İçinde yaşadığımız çağ, bizi acılara empati kurmak yerine mesafeli durmaya alıştırdı. Artık felaketler, ekran arkasından üretilip hızla tüketilen birer içerik gibi. Sadece başkasına ait acılar sadece başkasının yangınları gibi. Ve biz, yanmayan bölgelerimizde, evlerimizde şükrederek her gün biraz daha eksilen merhametimizle yalnızlaşıyoruz.
Oysa bir felaketin bize dokunmaması, bizi dua etmek evvelinde sorumluluk almaya çağırmalı. Olay yerinde olmasak da, o insanların acısına ortak olabilmeliyiz. Çünkü oradakiler bir kuru duadan fazlasını merhameti, duyarlılığı, dikkati, sorumluluğu hak ediyor.
Attâr; "Bir Elhamdülillah’ın otuz yıl utancını taşıdım yüreğimde" diyor.
Yani bir başkasının acısında kendini sınamadığı için utanıyor. Elhamdülillah sözü ne mutlu ki vicdanının sesi olup kalbinin içinde kendisiyle konuşmaya yıllarca devam etmiş.
"Sen kurtuldun ancak başkası yandıysa, bu da senin sınavındı" diyebilmiş.
Peki bizler; değer yargılarını ve algıları değiştirenler, özünden uzaklaşıp vurdumduymazca yaşayıp gidenler? Sorumluluk almamak adına kendi içindeki küle hâlâ üflemeyenler? Bizler ülkemizdeki yangınlarda kendi kusurumuzu görebiliyor muyuz, biraz olsun utanabiliyor muyuz ve daha önemlisi elimizi taşın altına koyabiliyor muyuz?
Saygılar.