Serap Oruç

Silinmeyen Bir İz Bırakmak

Serap Oruç

Geçtiğimiz hafta, Kastamonulu ünlü hattat Muhittin Tanır’ın hat sergisine gittim. Duvarlara asılı duran her bir eser; sabrın, zarafetin, sevginin ve kalemle harf harf terbiye edilmiş bir ömrün, fena âleminden bekâ yurduna göç ettiği hâlde bitmek bilmeyen rızkı gibiydi.

Beni ise bu sergide en çok etkileyen şey, o muhteşem eserlerinden ziyade; hattat Muhittin Tanır’la ilgili okuduğum kısa bir rivayet oldu.

Şöyle anlatılmıştı kendisiyle ilgili: Muhittin Bey, ömrünün son dönemlerinde oldukça zor günler geçirmiş. Yoklukla sınanmış ama buna rağmen nezaketini ve zarafetini asla kaybetmemiş. Ramazan ayında komşuları, onun hâlini bildiklerinden dolayı her gün bir tabak sıcak yemek, bir kase çorba getirirmiş.

Fakat o, tepsileri hiçbir zaman geri boş göndermek istemezmiş.

Yaşlılıktan dolayı titreyen parmaklarıyla kalemini eline alır; bir beyit, bir dua, bazen de birkaç kelimelik bir hat yazısı bırakırmış.

Bu rivayet beni gerçekten çok etkiledi, bana derin bir hakikati düşündürdü:

İnsan, elindekini değil de hakikaten gönlündekini; içindekini, orada yetiştirdiğini veriyor.

Kiminin içinde sanat vardır, kiminin şefkat, kiminin vicdan, kiminin dua… Herkes gönlünde taşıdığı kadar verir bu hayatta insanlara ve diğer varlıklara. Birinin hediyesi bir beyit olur, birinin hediyesi bir lokma ekmek.

Ancak asıl kıymet, hepsinin özünde saklı olan tek sermayemizdir: insanlığımız.

Muhittin Bey’in yazdığı o satırlar, bir teşekkürden çok daha fazlası değil mi sizce de?

Bir ruhun zarafetle dile gelişi, bir kalbin evvela rızkın sahibine, ardından rızkı teslim edene şükür edişi…

Komşularının emanet olarak bıraktığı boş yemek tepsilerini ve tabak çanaklarını geriye boş vermek yerine; bir ömrün nezaketini, zarafetini de onlara emanet ediyor.

Bugün modern zamanın telaşında, karmaşasında çoğu zaman “vermek” eylemini, paylaşmayı unutuyoruz. Her şeyin hızla tüketildiği bir çağda birine emeğimizle, sevgimizle, vaktimizle dokunmak; tebessüm etmek, selam vermek, taşıdığı yükün ucundan tutmak ya lüks sayılıyor ya da değersiz bulunuyor.

Oysa birinin sofrasına yemek bırakmak kadar, birine güzel bir söz söylemek, içten bir “nasılsın” demek de aynı derecede kıymetlidir.

Çünkü hediye, maddi şeylerle sınırlı değildir; insanın ruhundan koparıp verdiği bir parçasıdır.

Güzellikse yalnızca biçimlerde değil; niyetlerde, davranışlarda, içtenlikte gizlidir.

Bunu bulmaksa maalesef herkese nasip olmayan bir erdemdir.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) buyurur ki:

“Allah güzeldir, güzeli sever.”

(Müslim, İman, 147)

O hâlde güzelliği seven bir Yaratıcının kulları olarak, güzelliği yaşatmak ve onu paylaşmak da bize düşer.

Bazen bir tebessümle, bazen bir kap çorbayla, bazen bir satırla, bazen de birinin fark edemediği bir güzelliği hatırlatmakla…

Zira gönülden verilmiş her şey, en az hat sanatı kadar, bir beyit kadar değerlidir. Çünkü insan kendinde olanı verir.

Sergide, Muhittin Tanır hakkındaki yazının içerisinden gözüme değen küçük bir bilginin gönlümde yer bulması elbette boşuna değildir.

Belki de bir hikâyenin içinden başka bir hikâyenin doğuşudur bu; güzelliklerin böylece hiç tükenmeyeceğini gösteren bir kapının aralanışıdır.

Her hikâye bir başka hikâyeyi doğurur, başka bir hikâyeye dokunur, başka bir kalbe ulaşır.

Birinin tepsisine bırakılan kelimeler, yıllar sonra bir kalemin ucunda yeniden can bulur.

En kıymetli iyilik de sanıyorum ki budur: görünmez bir zincir gibi gönülden gönüle, nesilden nesile uzanıp durmak…

Zamanla silinmeyen bir iz bırakmak, ne kadar da değerli.

Zorluk içinde bile teşekkür edebilme davranışını; yoklukta verecek bir şeyi kalmadığında bile gönülden verebilme görgüsünü, asil bir yaşayışın bilgisini, zarafeti seyrettim o sergide, elhamdülillah.

Siz kıymetli okuyucularımla da paylaşmak istedim.

Saygılar

 

Yazarın Diğer Yazıları